Kapalı ve basık bir kutunun içinde, kollarım dizlerimin etrafına dolanmış vaziyette oturuyorum ve kendimi buzdolabından reçel aşırdığı için ceza olarak giysi dolabına kilitlenmiş afacan bir çocuk gibi hissediyorum. Etraf karanlık ve basık ama üzerimde klostrofobik bir etki uyandırmıyor. Ayrıca dar ve basık bir kutuda nefes darlığı çekmem gerekirken, derin derin nefes alıp veriyorum. Sanki az önce bir maraton koşusuna katılmışım gibi... Ne düşündüğümü bilmeden düşünüyorum. Eh, pekâla, zaten küçük kapalı bir kutuda oturan bir kızın başka bir şey yapabiliyor olması ilginç olurdu. Bir an kutunun yüksekliğini idrak edebilmek için başımı kaldırıyorum ve geceye o ulaşılmaz karanlığını veren, dolunayı sımsıkı sarmalamış bulutlarla karşılaşıyorum. Fakat açık bir alanda olduğumu idrak etmem uzun sürüyor. Çünkü beni sarmalayan karanlık öylesine koyu ki... İçinde bulunduğum ortamın boyutlarını anlamak neredeyse imkânsız. Daima sevdiğim karanlık nedense bu defa huzursuz ediyor beni. Uzakatan, çok uzaktan canhıraş bir kadın feryadı duyuluyor. Çığlığı karanlığı yırtarak bana ulaşıyor ve beni kendi azabına ve korkusuna hapsediyor. Her yeni çığlık daha yakıcı, daha tüketici ve daha çekilmez kılıyor karanlığı benim için. Çığlıklarıyla beni hapsettiği hüzünden kurtulmak için çırpınıyorum ama nafile... Ben, ben onunla birlikte kavrulmak zorundayım onun acısında. Acı tükenene kadar onunla kalmak zorundayım. Ve beynimin bir köşesi biliyor, bu acı ve yangının, sonunda aydınlığa çıkaracak türden olmadığını. Tüketmeden tükenmeyen bir acı bu. Alnımdaki ateş hafiflediğinde onun karanlığı yırtan korkunç çığlıkları da zayıflayıp az önce yırttığı kör karanlıkta hızla eriyip yok olmaya başlıyor ve karanlıktan gelip, beni görmeden acısına ortak eden meçhul kadın da çığlıklarıyla beraber çıkıp geldiği karanlıkta eriyor. Karanlık yarılıyor ve bu defa kör edici bir ışık doluyor gözüme. Beynimin bir yanı bunun meçhul kadının gidişinden kaynaklandığının söylüyor. Diğer yanı ise artık uyandığımı hatırlatıyor bana. Terden sırılsıklam olmuş yüzüme yapışan saçlarım, saçlarımda dolaşan ama kime ait olduklarını idrak edemediğim bir çift el ve kulağımı okşayıp sakinleştiren yumuşak bir ses de bu "diğer yanı" doğruluyor. Bulunduğum ortamın biraz daha farkına vararak gözlerimi açıyorum. Gün ışığının içeriye dolmasını engelleyen kalın kumaştan bordo perdeler, iki kişinin rahatlıkla sığabileceği genişlikte demir karyola, yerdeki krem rengi yün halı, zarif uzun ve ağzına kadar dolu bir kitaplık. Yanı başımda da sevgili büyükannem. Her şey tamam, odamdayım. Büyükannem beni yatıştırmaya çalışırken boğazımdaki tıkanıklığı açmak için düzenli, derin soluklar alıyorum.
- Tatlım?
Büyükannemin sesi. Hayatım boyunca duyduğum en güven telkin eden ses. Saçlarımı okşayarak, bir bebekle konuşur gibi konuşuyor benimle. Sesi yumuşak ve yatıştırıcı. Ilık bir duştan sonra içilen café latte etkisi yaratıyor üzerimde.
- En son ne zaman beslendin?
Aynı yumuşak tonla, incitmekten ürkerek soruyor bunu. Ben, bu sorunun ifade ettiği anlamı biliyorum ve bu soruyu cevaplamak için tüm enerjimi, gözümü dahi kırpmadan kullanmaya hazırım. Bu çabayı ve arzuyu yadırgamayın çünkü sadece bir başka vampir anlayabilir o anda "beslenmek" kelimesinin bende uyandırdıklarını. Bu önü alınamaz heyecanı ve arzuyu idrak edebilmenizi beklemiyor ve istemiyorum da zaten. Yalnızca, acı, bağımlılık ve zayıflığın yadırganacak şeyler olmadığını göstermek istiyorum.
- Üç gün önce, diyorum toparlanmaya çalışarak. Tüm enerjimi tükettiğim halde sesim fısıltı gibi çıkıyor. Büyükannem, başını sol tarafta bulunan ve salonu antreye bağlayan geniş, bronz çerçeveli kapıya doğru çevirerek:
- Margritte. Diye sesleniyor.
- Buraya geliniz lütfen.
Büyükannem benim dışımda herkesle böyle resmi konuşur. Bunun aldığı kraliyet terbiyesinden mi yoksa insanlara kendini açmak istememesiden mi kaynaklandığını bilmiyorum ama ikinci ihtimal daha olası görünüyor. Derken Margritte kapıda beliriyor. Uzun boylu, sıska, kısa sarı sarı saçları ve boş bakışlı mavi gözleriyle pek de güzel sayılmayacak bir kadın. Ayrıca sırrımızı bilen yegâne insan. Ama bunu deşifre etmeyeceğine eminim. Eminim çünkü, o bir bağımlı. Vampir salyasına bağımlı bir hayat sürüyor ve daha önce de uyuşturucu bağımlısıymış. Büyükannem şimdiki bağımlılığının öncekinden çok daha az zararlı olduğunu düşünerek yanına almış onu. Eve ilk geldiği gün... doğruyu söylemek gerekirse berbat görünüyordu. Fakat korkutucu veya zararlı gibi değil. Aslına bakarsanız zararlıdan çok zavallı görünüyordu. Ve hala da öyle. Ben ne zaman besleneceğimi bildirsem bu zavallı kızın boş bakışlı gözleri beklentiyle ve heyecanla parlar. Şimdi, karşımda dururken de bu ifadeyi gizlemek için sonuçsuz bir çaba harcıyor. Onu -ve elbette kendimi- daha fazla bekletmemek için bakışlarımı ona çeviriyorum ve yüzüme rahatlatıcı bir gülümseme yerleştirmeye çalışırken müşfik bir ses tonuyla.
-Yaklaş Meg, diyorum. Sakin davranmaya çalışıyorum çünkü ürkmesini istemiyorum. Ama o sanki karşısındaki Vlad Tepes dahi olsa ya da bu emre uymaya hazır, umursamaz bir tavırla yaklaşıyor ve eğilip boynunu uzatıyor. Aslında ona acıdığımı söyleyebilirim, ama boynunun sunabilecekleri ağır bastığından etkisiz bir acıma duygusu bu. Dişlerimi boynuna değdirirken çıkan ıslak ve hafif yırtılma sesinden yaklaşık bir buçuk dakika sonra doğruluyor. Bu kısmı betimlemekten kaçınıyorum. Yanlış anlamayın,iğrenç ya da müstehcen olduğından değil. Yalnızca zayıflıklarımı kendime itiraf etmekten hoşlanmıyorum. Onu serseme çevirmekten rahatsızım ama onun da benimde aynı fikirleri paylaştığını zannetmiyorum. Büyükannem, Margiritte'nin başında oturmuş onun sakinleşmesini beklerken ben kalkıp yan odaya geçiyorum. Valizlerimi kontrol etmem gerek. Nihayet beklenen gün (!) geldi. St. Vladimir Akademisi'ne gidiyorum. Büyükannem bunun uzmanlaşmama yardımcı olacağını düşünüyür. Ben düşünmüyorum. Uzmanlaşmak da istemiyorum. Normal insanlar arasında normal bir hayat sürmenin neresi kötü? Ama bunu ona anlatmakta zorlanıyorum. Anneme olanların bana da olmasındaan korkuyor -o da uzmanlaşmamıştı- ve ben büyükannemin ikinci bir kaybın sarsıntısını kaldırabileceğini sanmıyorum. Annemi düşünüyorum. Evet,onu hiç görmedim ama hissedebiliyorum. Zihnim ona tuhaf bir şekilde aşinâ... Onu kendimden iyi tanıyorum ve bir canavara dönüşmek istemesinin sebebinin uzmannlaşmamanın verdiği derin bunalımdan kaynaklandığını düşünürken büyükanneme hak vermiyor değilim. Annem, beni dünyaya getirirken öldü ve bu zannedebileceğinizden de tuhaf bir ölüm biçimi... Beni dünyaya getirirken bir Strigoi'ye dönüşmek üzereydi. Evet, doğru duydunuz. Ve ne yazık ki bu bir eşek şakası değil. Gerçeği söylüyorum. Bir Moroi'nin Strigoi 'ye dönüşmesi için gereken tek şey, herhangi bir besleyiciden onu öldürecek kadar kan almasıdır. Ama bunun da belli aşamaları var. İlk aşama "istek" aşamasıdır. Ve dönüşecek olan Moroi'nin değişimi istemesini gerektirir. İkinci aşama "inanç" aşamasıdır ve dönüşecek olanın değişime sarsılmaz biçimde inanmasını sağlar. Üçüncü aşamada ise değişim için Moroi'nin nazik bedenine bahşedilen gerekli güç gelir. Bir Moroi kendi salt gücüyle böyle köklü bir değişimi kaldıramayacağından en önemli aşamadır bu. Ve annemin ben doğarken ölmüş olmasının nedeni babama göre benim bu aşamada doğmuş olmam. Bu teoriye göre bedeni, değişim için gerekli gücü ve enerjiyi benim doğumuma sarfetti ve geriye kalan enerji değişim için yeterli olmadı. Zayıf bünyesi gerek doğum, gerekse değişimden yorgun düştü ve ruhu değişimi kaldıramayan narin bedenini terketti. Yine babama göre ben doğumum için sarfedilen güç ve enerjinin bir kısmını üzerimde taşıyorum. Bu da beni diğer Moroi'lerden farklı kılıyor. Sanki beni diğer Moroi'lerden ayıran başka saçma sapan özelliğim yokmuş gibi... Dhampir görünümlü bir Moroi olmak meselâ... Bence oldukça saçma sapandı ve kesinlikle farklıydı. Ayrıca kendimi bir mutant gibi hissetmeme neden oluyordu
Şöyle ki:
Dhampir, ebeveynlerinden biri insan diğeri Moroi olan türe verilen isimdir. Sıradan bir insan "AA" fizyolojik gen yapısına sahiptir. Bir Moroi ise "aa" gen yapısındadır. Bu ebeveynlerin birleşmesinden doğacak olan çocuklar daima "Aa" gen yapısına sahip olurlar ve bunlara "Dhampir" denir. Bu bilgilere bakarak bir Dhampir (babam - evet yüzyıllardır süregelen Moroi geleneğinin aksine Dhampir olan babamdı.-) ve bir Moroi'nin (annem) birleşmesinden doğacak çocuklar ise yüzde yetmiş beşlik bir ihtimalle Moroi doğarlar. Fakat anlaşılamayan bir sebepten dolayı bir süredir -yaklaşık beş yüz yıl- çekinik gen özelliği belirliyor ve çocukların tümü Dhampir doğuyor. Ben, ben bu durumda bir istisnayım ve bundan nefret ediyorum. Nefret, nefret, nefret... Beni tüm türlerden koparan bu farklılıklardan nefret ediyorum. Yere oturuyorum ve kollarımı dizlerimin etrafına sararak rüyamdaki o tuhaf pozisyonu alıyorum. Ve beni tüketen bir acıyla.
- Nefret! diye inliyorum.
Kelimenin tonlaması bıkkın ve kesinlikle gerekli sertlikte değil. Fakat öfkem çabuk yayıldığından kelimeyi telaffuz eder etmez yumruklarımı sıkıyorum ve gözlerimi hiç açmamacasına kapatıyorum. Fakat bu hareketim gözyaşlarımın daha hızlı boşalmasına sebep oluyor yalnızca... Hayatım boyunca aidiyet duygusunu hiç yaşamadım ben... İnsanların dünyasına ait değilim çünkü insan değilim... Ve akademide kabul görmeyeceğimi biliyorum. Çünkü Moroi'lerin dünyasına da ait değilim. Dış görünüş itibariyle Moroi'den çok bir Dhampir'e benziyorum. Dhampir'lerin dünyasına da ait değilim çünkü her ne kadar uzmanlaşmamış olsam da basit okült büyüleri uygulayabiliyorum. Yani kısacası büyü kullanabiliyorum. Gitmek istemememin de asıl sebebi bu. Hiçbir yere ait değilim ve oradan oraya savrulup duruyorum. Kendimi hiçbir yere uymayan ve ana resmin bütünlüğünü bozan bir puzzle parçası gibi hissediyorum. Bir defa daha deneyip başarısız olmaktansa hiç denememeyi tercih ederim. Büyükannemin, beni akademiye göndermeye karar verdiği zaman yaptığı konuşmayı hatırlıyorum. Her şeyin çok daha iyi olacağını ve bunun benim için yepyeni bir başlangıç olacağını söylemişti. Ama ben biliyorum ki, her şey çok daha iyi olmayacak ve bu yepyeni bir başlangıç değil. Bu benim kaçınılmaz ve acınası sonum. Zavallı yaprak yine rüzgâra kapılıp sürüklenmeye hazırlanıyor... Lanet olsun!