Nasıl bu kadar akılsız olabilirdi ki... Nasıl yapardı bunu? Isabel artık koşmayı bırakmak istiyordu. Yavaş yavaş ölümün garip havasının saçlarını uçurduğunu hissediyordu. Terden sırılsıklam olan elbisesinin içinde iyice üşümeye başlamıştı. Sapsarı saçları beline kadar uzundu. Aslında gün ilk başladığı zaman güzelce örmüştü saçlarını. Altın gibi parlıyordu. Fakat şimdi koşmaktan dağılmış ve bakımsız bir haldeydi. Üzerindeki bembeyaz elbiseyi temizliğini, saflığını göstermek istercesine giymişti bu sabah. Şimdi ise bu bembeyaz elbisenin bile kapatamayacağı kadar kirli işlere bulaştığını haykırıyordu içindeki ses ona. Topuklu ayakkabılarının nerede olduğunu bilmiyordu. Koşarken ikisinide öylece bir kenara fırlatmıştı.
Devamlı koşuyordu. Saatin kaç olduğu hakkında ya da ne kadar süredir koştuğu hakkında hiçbir fikri yoktu.Ormanlık bir alandaydı. Ayağına batan küçük dal parçaları, dikenli bitkileri umursamıyordu. Kaçmalıydı kurtulmalıydı. Fakat bu zifir gibi karanlıkta hiçbir şey göremiyor saklanacak tek yer bulamıyordu. Ağaçlar o kadar yüksekti ki bütün gökyüzünü kaplıyordu sanki. Zaten ölüm kadar karanlık olan gökyüzü iyice çekilmez bir hal almıştı.Biraz daha şuursuzca koştuktan sonra kaleye benzer bir yapı gördü.
Yıkılmak üzere ve bakımsız kalmış gibi görünüyordu. Terk edilmişti sanki. Ama bunlar Isabel'in umrunda değildi. İstediği tek şey oraya girip saklanmaktı. Odaklandığı tek şey o kaleydi artık. kalenin kocaman kapısına doğru koşmaya başladı. Kapı metal gül desenleriyle kaplıydı ve ahşabı çürümüştü. Yarı aralık olduğu için içeri girmesi kolay oldu.
Kalenin içi inanılmaz derecede küf kokuyordu. Koku Isabel'in ciğerlerine dolmuştu. Öksürmek istiyor ama ses çıkarmaya korkuyordu. Belkide ölümden kaçarken başka bir ölümün kucağına atmıştı kendini. İçeride hiç eşya yoktu. Kocaman koridor çeşitli, irili ufaklı kapılarla çevriliydi.
"Isabel?"
İşte gelmişti. Yetişmişti ona. İçeride olduğunu biliyordu. Hemen duvardaki kirişlerden birinin arkasına gizlendi. Kapının biraz daha açıldığını, açılırken gıcırdadığını ve onun ayak seslerini duydu.
"Isabel? Güzelim hadi neredeysen çık. Yemin ediyorum sana zarar vermeyeceğim."
Yalan. Düpedüz yalan söylüyordu ona. Saçmalıktı. Onu bulduğu ilk yerde öldürecekti. Biliyordu bunu. Bu işe hiç bulaşmamayı diledi o an. Hala eskisi gibi tertemiz bir genç kız olmayı diledi. Ama artık çok geçti. Biliyordu bunu.
Yüzlerce hatta binlerce genç erkeği öldürmüştü. Ama kimse sormamıştı ona nedenini. Güzelliği için yapmıştı bunu. Bir insanın güzelliğini kaybetmek istememesi gayet normal değilmiydi. Ama anlamıyorlardı onu. Bir kere bile dinlememişlerdi.
Hakkında infaz emri çıktığında inanamamıştı buna. Nasıl anlamışlardı ki.. Hep o yaşlı cadı yüzündendi. Lanet olası cadı. Bunları düşündükçe daha beter bir pişmanlık , vicdan azabı çekmeye başladı.
"Yeter..."
Kendine hakim olamadı ve bağırdı. Gizlendiği yerden çıktı ve adamın üzerine koştu. Onu parçalara ayırmak, kanını son damlasına kadar akıtmak istiyordu. O katil değildi ki. O sadece tanrının ona verdiği güzelliği koruyodu. Adamın elbiselerini yırtmaya, etine ulaşıp onu parçalara ayırmak istedi. Sonra bir anda bir sessizlik oldu. Sanki hayat durmuştu. Elini altın kadar görkemli saçlarına götürdü ve bir ıslaklık hissetti.Hatırladığı son şey buydu. Gözlerini açtı. Hiçbir şey göremiyordu. Kapkaranlık bir odada elleri bağlı yatıyordu. Izdırap dolu içinde hem pişmanlık hemde yüzsüzlük barındıran, insana inanılmaz acı veren bir çığlık attı. Burdan kurtulduğu zaman herşeyin intikamını alacaktı.